Temaşa Bayramı
Temaşa Bayramı
“Ey Aydınlık! Karanlıkları aydın eyle!”
Zerdüşt
Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım. Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişir-di. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı.
Bu şuun, âlem Bîsebat-u bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!
Yâd-ı mazi bahşeder Hayf-ü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader Kimse kalmaz hep gider.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!
Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!
Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!
Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!*
Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidici-dir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraş-ması yazık değil mi? Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an. Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an.
Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım.
Yeni bir yer görmeye başladım. Belh şehrinde bir evde bulu-nuyordum. Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu. İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum. İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben idim, hem binlerce yıl önce yaşamış bir İranlı. Kadın dedi ki:
-Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyin ki Temaşa bayramını seyredebilesiniz.
Karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbi-sem, sırtıma giydiğim uzun bir şal ile belime doladığım bir ku-şaktan ibaretti. Başıma sivri bir külah geçirip sokağa çıktım. Te-lâş içinde yürüyen bir kalabalık gördüm. Onların arasına katıl-dım. Sokaklardan geçerek bir meydana vardık. Binlerce insan toplanmıştı meydanda. Ortaya büyük bir çadır kurulmuştu. Bu-raya niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğim için yanımda bu-lunan adamlardan birisine ne olup bittiğini sormak zorunda kal-dım. Cevaben şöyle dedi:
-Bugünden itibaren kırk gün Temaşa bayramı yapılacak. Şimdi ortaya tellâllar çıkıp, herkesi imtihana davet edecek. Herkes birer birer Zerdüşt’ün huzuruna çıkacak. Her kim “hak sözü” söylerse hakikatleri temaşa etmesine izin verilecek. Alnına “Cen-netlik” yazılacak. Her kim söyleyemezse bundan mahrum kala-cak. Alnına “Cehennemlik” yazılacak. Fakat şunu belirtmeliyim ki iyi işler yapanların alnından bu yazı silinir. Böylece ailesi, ak-rab» ve dostları sevinçlerinden bayram yaparlar.
Ben, hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu imtihanı ve-remeyecektim. Alnıma “Cehennemlik” yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Eve dönmeye karar verdim. Önceden konuştu-ğum adama bu düşüncemi söyledim.
-Sakın gideyim deme! Zira hem gelmeyenlerin, hem de gelip imtihanı veremeyenlerin alnına “Cehennemlik” yazısı yazılır, de-di. Zarurete binaen, iyisi mi imtihana gireyim, diye düşündüm.
Tellâllar bağırınca, herkes birer birer, düzenli olarak çadıra doğ-ru yürümeye başladı. Bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi. Bu yüzden bir saat içinde çadırın kapısına vardım. Kapıda duran bir nöbetçi herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt büyük bir tahta oturmuştu. Başında altın-dan yapılmış bir taç, üzerinde değerli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı ifadesi olarak ellerini göğüslerinde bağ-lamış, ayakta duruyorlardı. Meclisin azameti karşısında şaşırıp kaldım. Cahillik kusurundan dolayı utanç verici bir duruma düş-memek ve kınanmamak için, içimden dua etmeye başladım. Zerdüşt sordu:
-Nereden geldin?
Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim:
-Sebep ve hikmetinden sual olunmayan Allah’tan…
-Niçin geldin?
-Allah, aydınlık ile karanlıkları ayırmak, aydınlık ile âdil, ka-ranlıklar ile kahhar olmayı istedi. Aydınlağa “ben”, karanlıklara da “benden başkası” dedi.
-Aydınlığı nedir, karanlıkları ne?
-Aydınlığı Hürmüz, karanlıkları Ehrimen’dir.
-Hangisi üstündür?
-Şu anda her ikisi de eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen’e, ne de Eh-rimen Hürmüz’e üstünlük sağlayabilir.
-Bu keşmekeşlik nedir, sonu ne olacak?
-En sonunda Hürmüz Ehrimen’e üstün gelecek. Böylece âlem hep aydınlık olacak.
-Sonra ne olacak?
-Allah “hep ben, hep ben” diyecek. “Benden başkası” de-meyecek.
-Sen kimsin, kiminsin?
-Ben aydınlıkçıyım (nurcuyum), Hürmüz’e aitim. Zerdüşt ellerini kaldırdı:
-Allah seni aydınlık kılsın! dedi.
Alnımda, iki kaşımın ortasına kadar inen yemyeşil bir çizgi belirdi. Zerdüşt’ün etrafındaki ulu ihtiyarlar:
-Allah mübarek etsin, Allah mübarek etsin! dediler.
Huzurdan çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören kalabalık bü-yük bir hürmetle safları açıp bana yol vermekteydi. Çadırın kapı-sında, yanıma refakatçi olarak verilen rehberin yardımıyla, mey-danda hazır bekleyen atlara bindik. Doğuda görülen zümrüt te-pelere doğru hareket ettik. Birkaç saatlik yolculuktan sonra bir kervansaraya ulaştık. Günün kalan kısmını orada geçirdik. Ertesi gün sabahleyin uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürerek dedi ki:
-Çok büyük bir savaşa girmek üzeresin. Kılıç, kalkan, gürz gibi savaş âletlerini kullanmakta maharetin var mı? Bir deneyelim.
Bu oda türlü türlü silâhlarla doluydu. Rehberim bana bir zırh giydirdi. Elime bir gürz almamı işaret etti. Ben kendimde büyük bir kuvvet ve maharet hissediyordum. Gürz ve kılıç kullanmada rehberimin takdirini kazandım. Orada bulunan silâhların en iyi-lerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Ak-şama kadar uçtuktan sonra yüksek bir dağın eteklerine vardık. Dağ o kadar yüksekti ki tepesi görülmüyordu. Sanki tepesi gök-leri yarmış, uçsuz bucaksız yükseklerde kaybolmuştu. Rehberi-me bu dağın adım sordum.
-Fark dağı, dedi.
O geceyi dağın eteklerinde geçirdik. Güneşin doğusuyla birlikte atlarımıza bindik. Bu kez, dağın tepesine doğru uçu-yorduk. Atlarımız hayal bile edilemeyecek kadar hızlıydı. So-nunda dağın tepesine vardık. Buradaki manzara, hiç kimsenin görmediği, görmeyi de hayal edemeyeceği türden bir manza-raydı. Meydan dünya kadar genişti. Bu meydanın sol tarafında bulunanlar, karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar karan-lıktı. Sağda bulunanlar ise ışığı sönük bırakacak kadar parlak-tı. Gözlerimiz, akıl sır ermez bir şekilde, bu ışığa dayanabildi-ği gibi, o cehennemi karanlığı da sanki aydınlıkmış gibi göre-
biliyordu. Mahşer meydanını andıran bu yerde sayısız insan toplanmıştı. Bunların bir kısmı sağda, yani aydınlık denizinde; diğer bir kısmı solda, yani karanlık deryasında bulunmaktaydı. Meydanın ortası boştu. Bu boşluğun iki ucunda, iki taht kurul-muştu. Aydınlık taraftaki tahtın üzerinde Hürmüz oturmakta, o güzel yüzünden çıkan parıltılar o müthiş aydınlığa rağmen farkedilmekteydi. Karanlık tarafta bulunanın üzerinde en kor-kunç mahlûktan daha korkunç, en çirkin cadıdan daha çirkin Ehrimen oturmaktaydı. Fakat bir de bu tahtların üstünde, gök-te asılı gibi duran bir taht vardı ki onların azametini solda sıfır bırakıyordu.
Biz meydana vardığımız vakit doğruca Hürmüz tarafına geç-tik. Biraz sonra meydanda müthiş bir gürültü patlak verdi. Her ağızdan:
-Bakın, bakın! Allah’ın emri yere indi, sözleri çıkıyordu.
Gökyüzünde asılı duran tahtın üstünde, insanın hayal edebi-leceği bütün güzellikleri kendinde toplamış ayakta duruyor ve elinde bir küre tutuyordu. Bu kürenin doğusu aydınlık, batısı ka-ranlıktı. Aydınlık ile karanlık arasında öyle bir denge vardı ki, ne aydınlık karanlığa, ne de karanlık aydınlığa karışıyordu.
Sağ taraftaki kalabalık:
-Ya Rabbî! Ya Rabbî! Karanlıkları kaldır, diye bağırdılar. Sol taraftakiler ise:
-Ey karanlık! Gücünü göster, diye bağırıp çağırıyordu. Mucizevî bir şekilde, uzak ve yakın her kulağa gelebilen tatlı
bir sesle nur yüzlü peri şöyle dedi:
-Bu meydan, adalet ve imtihan meydanıdır.
Bunun üzerine herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Her iki taraf da kendinden geçercesine dua etmeye başladı.
Her iki tarafa da büyük bir sessizlik hakim olmuştu. O sırada Hürmüz ayağa kalkıp şöyle bir konuşma yaptı:
-Ey insanoğlu! Allah sizi kendi gibi nur olasınız diye yarattı. Sizi bütün yaratıklara üstün kıldı. Size her türlü nimeti ihsan et-
ti. Fakat sizi, nur iken karanlıklarla karıştırdı, ruh iken cesetle birleştirdi. Bunu, sevmediği karanlıkları, sevdiği aydınlık ile or-tadan kaldırasınız diye yaptı. Ey insanoğlu! Nur benim. Bana ge-lin, benim olun. Ben olun. Nurun gereği olan güzel huylarla ah-lâklanın. Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçının. Başka-larını nefsinize tercih edin. Kin, kıskançlık, nifak, hiddet, düş-manlık, hırs ve haset gibi karanlığa özgü sıfatlardan kurtulun. Her durumda Allah’a şükredin. Verdiklerine kanaat edin. Kısaca-sı bu imtihan dünyasından nur olarak aynim ki, nurlar âlemi sonsuza dek karargâhınız olsun.
Hürmüz oturdu. Ehrimen ayağa kalktı. Şöyle bir konuşma yaptı:
-Ey insanoğlu! Uyanık olun. Yaratılışınızın gereklerini iyice düşünün. Şairane sözlere uyup da ömrünüzü heba etmeyin. Gü-lün, eğlenin, hayattan zevk alın. Yiyin, için. İyice bilin ki, bu dünyada insanın yalnızca iki amacı vardır. Gerisi yalandır. Bun-ların birincisi kibir, ikincisi şehvettir. Bu iki amaca insanı sevke-den benliktir. Bu iki amaca ulaşmaya çalışın. Nefsinizi herşeye tercih edin. Basit bir zevkiniz için binlerce insanı harcamaktan çekinmeyin. Yaratılışınızın icabı budur. Doğanın yasası da budur: Küçük kuşlar böcekleri, büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Bü-yük kuşları da açlık ve soğuk mahvediyor. Bir böcek tohumlan yiyor. Onu da başka bir hayvan yiyor. O hayvanı da bir diğeri yu-tuyor. Bir koyun otları yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem herşeyin birbirini yemesi ve yok etmesi için kurulmuştur. Herşey birbirinin düşmanıdır. Başkalannın keskin dişlerine yem olmak-tan kurtulanlan da birgün “ölüm” denen korkunç yaratık yutu-yor. İşte gerçek budur. Palavralara inanmayın. Benliğinizden baş-ka varlık, zevkinizden başka amaç tanımayın.
Bunun üzerine Hürmüz yavaşça ayağa kalktı:
-Ey insanlar! Ehrimen denilen alçağı, kovulmuş şeytanı din-lemeyin. Söyledikleri yalandır. Gerçek kulluk, kibir denilen ya-lancı zevke oranla büyük ve gerçek bir zevktir. Nice manevî zevkler vardır ki, şehvet onların yanında tiksinilecek bir şey gibi
kalır. Ehrimen’in dediği nefs, hayvanlara özgü bir içgüdüdür, in-san nefsi, ahlâkî kurallara göre düzenlenmelidir. İnsan, doğa bah-çesinde yetişmiş güzel bir çiçektir. Fakat akıl denilen büyüleyici bir koku ile diğer çiçeklerden ayrılır. Hayvanlar âleminde geçerli olan kanunların çoğu insana uyarlanmış ve saptırılmıştır. Bunla-ra kulak asmayın! dedi.
Bu defa Ehrimen öfkeyle söze başladı:
-Hürmüz yalan söylüyor. Sizi, birtakım uyduruk kanunların, hayalî kaidelerin esiri, acizlik ve itaatte en aşağı hayvanlardan da-ha aşağı yapmak istiyor. Zaten üçbeş günlük zevkiniz var, sizi bundan da alıkoymak istiyor. Dinlemeyin! Allah’ın dalkavuğu olan Hürmüz’ü dinlemeyin! dedi.
Her ikisi de birbirini yalanlamaya devam etti. Sonunda birbi-rine saldıracak kadar ileri gittiler. O sırada, onların üstündeki tahtta oturan peri elindeki küreyi uzatarak:
-Henüz sıra size gelmedi. Boşuna uğraşmayın. Çarpışma size tâbi olanlar arasında olacaktır, dedi.
Bunun üzerine Hürmüz:
-Beni seven meydana çıksın, dedi.
Aynı sözü Ehrimen de söyledi. O sırada ben de, sağ taraftaki savaşçılara katıldım. Geceyi orada geçirdik. Çok güzel ikram ve hürmet gördük.
Ertesi sabah erkenden dümbelekler ve davullar çalınmaya başladı. Ehrimen taraftarı bir er meydana çıktı, kendisiyle çarpı-şacak bir er istedi. Bizim taraftan biri karşısına çıktı. Bu şekilde, on gün boyunca iki taraftan yirmi kadar savaşçı ortaya çıkıp, bir-biriyle savaştı. Bazen Ehrimen tarafı, bazen de bizim taraf galip geliyordu. Çarpışma hergün devam ediyordu. Böylece her iki ta-raftan da birçok insan öldü. Yedinci gün, bizim taraftan çıkan bir savaşçı akşama kadar kim karşısına çıktıysa yendi. Ehrimen tara-fından yirmi kişiyi öldürdü. Bizimkilerin sevincine diyecek yok-tu. Ehrimen’in çıkardığı savaşçıların birer birer yere serildiği gö-rüldüğü zaman bizim tarafta zafer davulları çalmıyor, sesler gök-lere çıkıyordu: “Allah bereketini artırsın!”
O gece bizim tarafın casusları ertesi gün, bugüne kadar hiç ye-nilmemiş bir savaşçının meydana çıkacağını haber verdi. Herkes telâş içindeydi. Rehberimle beraber casuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya sohbet ettik. Ertesi gün meydana çı-kacak Ehrimen taraftan savaşçının adının “Nifak” olduğunu öğ-rendik. İşin garip tarafı Nifak denen bu şeytan kıyamete kadar yaşamaya mahkummuş. Onu öldürmek mümkün değilmiş. Her-keste görülen telâşın sebebi buymuş. Ben de son derece merak-landım. Sabaha kadar rüyamda garip çarpışmalar gördüm.
Ertesi sabah kös ve dümbelekler çalınmaya başlayınca Ni-fak meydana çıktı. Heybetli bir görünüşü vardı. Baştan ayağa çelik zırhlara bürünmüş, iri bir ata binmişti. Meydanda atını oynatarak:
-Kendine güvenen bir yiğit yok mu? Ben öyle bir savaşçıyım ki, keskin kılıcım, zırhlara bürünmüş nice kafaları koparmıştır. Ben öyle bir yiğidim ki, sivri okum nice göğüsleri delmiştir. Var mı benim karşıma çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim varsa çıksın ortaya!., diye meydan okudu.
Nifak’ın eline düşenin naneyi yiyeceğini herkes biliyordu. Bu-na rağmen, Hürmüz’e sadık bir savaşçı ortaya çıktı. Bir saniye sonra yere serildi. Daha sonra otuz kişi sırayla ortaya çıktı. Otu-zu da öldürüldü. Nifak üç gün meydanda kaldı. Bu üç günün herbirinde otuz-kırk kişiyi öldürerek büyük bir zafer kazandı. Dördüncü gece bizim tarafta büyük hazırlıklar görülüyordu. Her-kesin yüzündeki hüzün gitmiş, yerine ümit ışığı gelmişti.
Rehberime bunun sebebini sordum. Bana:
-Yarın Hürmüz’ün en gözde kullarından ve en çok sevdikle-rinden biri olan Muhabbet adlı yiğit çıkacak meydana. Bu lânetli Nifak’a ondan başkasının galip gelemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz’ün vezirlerinden biri olan Salah gelip bir konuşma yapa-cak, dedi.
Gece yarısı Salah denilen yaşlı zat geldi. Hak ve hakikat için her-kesi canını feda etmeye çağırdı. Sonunda dokunaklı bir dua okudu. Ertesi sabah Nifak adlı şeytan ortaya çıktı. Sinsi sinsi gülerek:
-Bugün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş? Kendini yiğit zannedenler nerede? diye bağırdı.
Hürmüz taraftarlarının tekbirleri arasında Muhabbet meyda-na çıktı. Nifak adlı şeytan Muhabbet adlı yiğidi görünce, gözleri öfkeden kan çanağına döndü.
-Üç gündür seni bekliyorum. Nihayet gelebildin. Gebermeye hazır ol! dedi.
Muhabbet etkileyici bir nâra attı.
-Beni bilen bilir. Bilmeyen öğrensin ki ben Muhabbet yiği-dim. Arslan gibi pençelerim yürekleri parça parça eder, iri pazu-larım kafaları kopanr. Ey Nifak! Sen de gayet iyi bilirsin ki ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Gebermeye hazır ol! dedi.
Nifak:
-Doğru, daha önce beni yendin. Fakat bu sefer senin canını okuyacağım, dedi.
Muhabbet ise:
-Bunu aklından bile geçirme. Muhabbet her zaman Nifak’a galip gelecektir, diye karşılık verdi.
Sonra her ikisi de birbirine hücum etti. Kılıçlar kalkanlara çarptıkça ateşler çıkıyordu. Akşama kadar dövüştüler ama birbi-rini yenemediler. Ertesi gün, büyük bir azim ve kararlılıkla yine birbirine hücum ettiler. Fakat yine üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepedeyken Muhabbet bir arslan gibi ileri atılıp, bir vuruşta Nifak’ı yere serdi. Bunun üzerine Hürmüz ta-raftarlarının sevinç çığlıkları semaya ulaştı. Ehrimen taraftarları-nın öfkesi âlemi titretti. O gün Muhabbet yiğit aşkama kadar otuz kişiyi daha tepeledi. Tam yedi gün, cenk meydanında karşısına çıkanların anasını ağlattı. Yedinci günün gecesi, casuslarımızdan, ertesi gün Ehrimen tarafından, çok meşhur bir savaşçının mey-dana çıkarılacağını öğrendik. Güneşin doğusuyla birlikte sol ta-raftan bir gürültüdür koptu. Bu kez meydana çıkan Ehrimenli,
çok uzun boylu, çok heybetli, dev gibi birisiydi. San bir deveye binmişti. Elinde insan kafası büyüklüğünde bir gürz vardı. Mey-danda bir tur attı.
-Ey Hürmüz Taraftarları! Hanginiz karşıma çıkacak? Bana Gazap Pehlivan derler. Şimdiye kadar, karşıma çıkıp da canlı ka-lan çok azdır, dedi.
O gün karşısına Muhabbet çıktı. Kahramanca savaştı. Fakat üçüncü gün, ikindi vaktinde Gazap Pehlivan bir gürz darbesiyle onu yere serdi. Henüz ölmemişken, dişleriyle vücudunu param-parça etti. Kalbini çıkarıp Ehrimen’in önüne attı.
-En büyük düşmanlarımızdan biri olan Muhabbet’in kalbi işte ayaklarınızın altında, onu bir güzel çiğneyin! dedi.
Bu dehşet verici manzara, bu feci ölüm karşısında içimiz kan ağlıyordu. Ehrimen taraftarları ise sevinçten uçuyordu.
Temaşa Bayramı denilen bu garip bayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazap’ı, bizim taraftan henüz mağlup eden ol-mamış, Hürmüz ile Ehrimen’in tahtının üstündeki tahtta bulunan meçhul kişinin elindeki kürenin sağ tarafını karanlık kaplamaya başlamıştı. Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz’ün ve-ziri Salah yanımıza geldi. Gazap’ı ancak Hikmet Pehlivan’ın öldü-rebileceğini söyledi. Hürmüz’ün, ertesi gün, onun meydana çık-masını emrettiğini dile getirdi. Bayramın bitmesine iki gün kal-mıştı. Hikmet Pehlivan’ın galip gelmesi için dua etmemiz istendi. Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddî bir tavırla:
-Hikmet Pehlivan’ın kim olduğunu biliyor musun? dedi.
-Hayır.
-O sensin. Bu gece, uyku zamanı değildir. Yarın Gazap ile çar-pışacaksın. Geceyi ibadetle ve kılıç tahiniyle geçireceğiz.
Hayretimden donakaldım. Bana bu kadar önemli bir görev ve-rileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. İsmimin Hikmet Pehlivan olduğunu da bilmiyordum. Ancak, böyle mukaddes bir dava uğrunda, Gazap gibi büyük bir düşmanla çarpışacağım için, kendimde büyük bir azim ve güç hissetmeye başladım.
Kendimin, dolayısıyla da bu mukaddes davanın yenik düşme-mesi için sabaha kadar Allah’a dua ettim. Bu arada rehberim bana vuruş teknikleri öğretti. Sabah namazı vaktinde zırhımı giydim. Rehberim belime bir kemer taktı. Alnımdan öptü ve gözyaşları içinde benim için dua etti: Güneşin doğusuyla birlikte atıma bin-dim. Gazap ortaya çıktı. Ben de karşısına dikildim. İsmimi sordu:
-Hikmet Pehlivan, dedim. Bana:
-Behey zavallı! Senin gibi mazlum ve kendi hâlinde bir salak, benim gibi kükremiş bir arslanla çarpışabilir mi? Haydi, defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi. ”
Ben de cevaben:
-Beni alt edeceğini hiç sanmıyorum. Acaba zirzopluğuna mı güveniyorsun? Bilmez misin ki, ben seni yenemeyecek durumda olsaydım karşına çıkarılır mıydım? Haydi, kes tantanayı. Geber-meye hazır ol! dedim.
Gazap bu konuşmama çok kızdı:
-Vay! Kafayı bulmuşsun sen galiba. Saçmalıyorsun. Haydi öy-leyse!., dedi ve üzerime hücum etti.
Bu heybetli devin öldürücü darbelerinden kurtulmak için çok çevik olmak zorundaydım. O kadar azimliydim ki, sanki kuş gibi uçuyordum. Akşama kadar uğraştık. Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Ancak ben de ona birşey yapamadım. Akşamleyin bi-raz dinlendikten sonra geceyi dua ederek geçirdim. Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi. Güneşin doğusuyla birlikte meydana çıktım. Gazap öfkeden köpürüyordu. Etrafımda fırıldak gibi dönerek:
-Dün elimden kurtuldun. Fakat bugün kurtulamayacaksın, dedi.
Saldırma pozisyonu aldı. O sırada ben, rehberimin öğrettiği taktik icabı:
-Aman Allahım! Kafandaki de ne? dedim.
Bunun üzerine elini başına götürdü. Ben o an, zırhsız olan koltuğunun altından kalbine doğru kılıcımı sapladım. Gazap korkunç bir çığlık atarak yere düştü. Ağzından kan gelmeye baş-ladı. Ehrimen taraftarlarının öfkeli çığlıkları göklere çıkıyordu.
-Hikmet, Gazap’ı hileyle öldürdü, diyorlardı.
Meçhul perinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Bizimkilerin sevinç çığlıkları dünyayı kapladı. O gün öyleye ka-dar birçok Ehrimenliyi tepeledim. Fakat öğle üzeri karşıma peçe-li bir pehlivan çıktı.
Beyaz bir file binmiş olan bu pehlivanın ortaya çıkmasıyla Eh-rimen’in yüzünde hınzırca bir gülümseme belirdi. Hürmüz buna son derece üzüldü. Meçhul periye seslenerek:
-Efendim! Amacın nuru yok etmek mi? Merhamet!.. Merha-met!.. Merhamet! dedi.
Meçhul Peri:
-Bu, Ehrimen’in hakkıdır. Ne yapalım. İstediğini çıkarır, ce-vabını verdi.
Ehrimen gülüyordu. Hürmüz üzüntüyle boynunu büktü.
-Emir senindir, dedi.
Yenileceğime işaret eden bu konuşmayı herkes gibi ben de du-yuyordum. File binmiş olan pehlivan mağrur bir şekilde meyda-nı dolaştı. Gök gürültüsünü andıran bir nâra attı.
-Ey benim gücümü inkâr eden gafiller! İyi bilin ki ben pehli-vanlar pehlivanı, yiğitler yiğidi Nefs-i Emmare’yim. Şimdiye ka-dar yenemediğim hiç kimse olmadı. Beşbin değişik şekle girerim ben. Bin türlü silâhım vardır. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol! Seni hizmetçi olarak kullanayım. Sen aptal ve aciz bir mahlûksun. Benim gözümde bir sinek kadar de-ğerin yok. Fakat nedense seni severim. Çünkü senin bana hizme-tin dokundu. Haydi, teslim ol da kurtul! dedi.
Cesaretimi toplayarak, bu teklifi kabul etmedim. Bunun üzerine:
-Ey Hikmet! Bendeki şu silâhlara bak. Rehberinin sana öğret-tiği alçakgönüllülük, ilim, kanaat, ihtiyat, ağırbaşlılık, sabır ve
hile numaralarını başkaları gibi yutmam ben. Onların herbirine karşı kin, hiddet, düşmanlık, nefret, şehvet gibi bir sürü numara var bende. Gel, kendine yazık etme! dedi. Yine yanaşmadım.
-A zavallı! Ne düşünüp duruyorsun. Senin vuruşların beni et-kilemez. Seni bir saniyede mahvederim. Bu benim için bir çocuk oyuncağı, dedi.
Yine reddettim. Bunun üzerine çarpışma başladı. Ben bildiğim numaraların hepsini yaptım. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emma-re beni adam yerine koymuyor, hâlime gülüyordu. Nihayet “Güç-lü Azim” adındaki bildiğim en son öldürücü vuruşu yapmaya ka-rar verdim. Emmare’nin sol tarafına geçtim. Vurmaya uygun bir pozisyon aramaya başladım. Emmare davayı çaktı.
-Ya! Demek beni öldürmek istiyorsun. Dur öyleyse! dedi. Tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal bile edilemeyecek bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare beni kemerimden tutup, filin üzerine al-dı. Ve, Ehrimen’in huzuruna götürdü.
-Ey Ehrimen! Hikmet’i öldürmedim. Esir aldım. Mutfakta so-ğan soyar. Tam ona göre bir iş bu, dedi.
Bu espriye Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz’ün gözlerin-den yaşlar boşalıyordu. Küredeki nur yavaş yavaş yok olmakta, her tarafı karanlık kaplamaktaydı. Ehrimen taraftarları galip gel-mişti. Sol taraftaki kalabalık:
-Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Onları yen-dik, diye bağırıyordu.
Bizim taraf ise:
-Sana hamdolsun! Sana hamdolsun! Ey nurların nuru! Nuru-nu kaldırma! diye yalvanyordu.
Hürmüz, Nur Perisi’nin önünde secde etti.
-Ey yaptığından mesul olmayan eşsiz Tanrı! Medet senden! Medet! Senin başın için, senin hakkın için… dedi.
Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi öyle kaplamıştı ki yalnız-
ca nokta kadar bir aydınlık kalmıştı bir köşesinde. O sırada uzak-lardan bir ses duyulmaya başladı. Bu ses erkeksi olduğu kadar hoş, hoş olduğu kadar erkeksiydi. Şarkı söylüyordu. Sonunda ka-ranlıklar arasından, yüzündeki nurla etrafı aydınlatan bir süvari göründü. Dört ayaklı, alnı boynuzlu, kanatlı, koyu yeşil bir ejder-haya binmiş olan bu süvari, bir güzellik abidesiydi sanki. Kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görü-nen kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o ilâhî sesi dinliyorduk:
Ben oyum ki satvetimden kâinat lerzandır, Ben oyum ki zür—i bâzum hakim—i hercandır.
Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana, Hâki payim secdegâh-ı zümre-i insandır.
Ben oyum ki sîret-i merdîde yoktur benzerim, Hadimin—i barigâhım zümre—i merdandır.
Ben oyum ki mizan-ı adlimde müsavi cümle halk, Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır.
Hasılı şimşir—i izz—ü kudretiyim lyzid’in, Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzandır*
Bu güzel ses, bu tatlı nağmeler her iki tarafı da mest etmişti. İşin garip tarafı, Ehrimen taraftarları da bizimkiler kadar zevk al-
“Ben o kimseyim ki, gücümden kâinat titrer. Ben o kimseyim ki, bileğimin gücü her canlıya hükmeder. Ben o kimseyim ki, kim olursa olsun bana baş eğer. Ayağımı bastığım toprak insanların secde yeridir. Ben o kimseyim ki, yiğit yaratılışlı insanlar arasında bile benzerim yoktur. Yiğit kimseler kapı-mın hizmetçileridir. Ben o kimseyim ki, adalet terazimde herkes eşittir. Ben-ce, cihana hükmeden padişahlar ve fakirler aynı derecededir. Kısacası ben, lzid’in kuvvet ve kudret kılıcıyım. Ben aşkım, gücümden kâinat titrer.”
mıştı bundan. “Aşk” adındaki bu pehlivan bize yaklaştıkça nur perisinin elindeki küre aydınlık kazanmakta, nur, karanlığı kov-maktaydı. Pehlivan meydanın ortasına geldiği zaman küre tama-men aydınlanmış ve âlemden karanlık kalkmıştı. Nefs-i Emmare ve onun esiri olan ben meydanda bulunuyorduk. Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi. Gayet tatlı ve laubali bir tavırla:
-Ey Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi. Emmare, ona karşı büyük bir hürmet göstererek filden yere
indi. Aşk’ın önünde diz çöktü.
-Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim ve velinimetim-sin. Aczimi ilân ederek, işte secde ediyorum sana, dedi.
Aşk, beni serbest bıraktı. Gülerek:
-Haydi! Koca aptal Hikmet, git, rahatına bak! dedi.
Meydanda yalnız Aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğ-sünde olduğu hâlde, oldukça yavaş ve ölçülü adımlarla nur peri-sine doğru yürümeye başladı. Onunla arasında üç adım kadar mesafe kaldığı zaman:
-Ey, Nur Perisi! Yalnız senin kulunum, dedi ve secdeye ka-pandı. Sonra:
-Ey Hürmüz! Ey Nur! Selâm olsun sana! Zira, karanlıkların değeri seninle bilindi, dedi.
Daha .sonra Ehrimerı’e:
-Ey Ehrimen! Ey karanlık! Selâm olsun sana. Zira, nurun de-ğeri seninle bilindi, dedi.
Sonra meydanın ortasına doğru yürüdü. Ellerini semaya kal-dırdı. O sırada kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık oldu. Âlem eski hâline döndü. Bu arada her iki taraf da, bağlı bulunduğu efendinin elini öpmekteydi. Hürmüz ve Ehrimen tahtlarından in-mişler, yan yana gelmişler, sanki kardeş gibi el sıkışmışlardı. Nur Perisi bu durumu gülerek seyrediyordu.
Hürmüz’ün elini öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne göreyim!..
Hayretimden, bir çığlık koparıverdim. Gözlerimi açtığımda Aynalı Baba’nın gülümseyen çehresini gördüm.