KUR’ân’da Nefs Ve Ruh Kavramları – Doç. Dr. İdris Şengül

INSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır. Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.

Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu, bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf olamamışlardır.

Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevketmiştir; çünkü kendisiyle hayat meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.

Arapçada “rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise, madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir.”

Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: “Filanın ruhu şunu istiyor”, “ruhu sıkıldı”, “ruhu vesvese veriyor”, “ruhu mutmain oldu” “kötü rûh”, “ruhu usandı” vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.

Kur’ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur’ân’da bu ikisi müteradif olarak geçmez.3 Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)’dır, ruhu değil. Melekler, ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;

“(…) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah’a gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız.”(En’âm, 6/93).

Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.
“Her nefis ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 3/185).

Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şahit tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak göstermesin.

“Rabb’in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şahit tutmuştu. ‘Evet, buna şahidiz!’ dediler. Kıyamet gününde ‘biz bundan habersizdik!’ demeyesiniz”(A’raf, 7/172).

Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır. Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla, Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.

Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz, usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun değil nefsin hususiyetleridir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum açıkça gösterilmiştir.

“Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu”(Maide, 5/30).

“Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız”(Kâf, 50/16).

“Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem olsun.”(Şems, 91/7-8).

“Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): ‘Herhalde, dedi, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir.”(Yûsuf, 12/18).

“.. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri sıkıldıkça sıkılmış ve Allah’tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.” (Tevbe, 9/118).

“Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz çevirir?”(Bakara, 2/130).

“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir” (Haşr, 59/8).

“Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir”‘(Nisa, 4/128). Nefislerin mayasında cimrilik vardır. “Nefis daima kötülüğü emredicidir”(Yûsuf, 12/53).

Görüldüğü gibi Kur’ân’da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur’ân’da nefse, terakki edip, yücelme payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır. Nitekim levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:

“Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb’ine dön! İyi kullarım arasına gir! Cennetime gir” (Fecr, 89/27-30).

Rûh ise, Kur’ân-ı Kerîm’de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da nisbet olunmaz, daima Allah’a nisbet edilir.

Hz. Meryem’den bahsolunmaktadır: “Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün bir insan suretinde göründü” (Meryem, 19/17).

Hz. Âdem’den bahsolunmaktadır: “Bir zaman Rabb’in meleklere demişti ki: ‘Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın” (Hicr, 15/28-29). Görüldüğü gibi burada, “rûh” Allah’a nisbet olunmakta, Âdem’e değil.

Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. “(…) Allah onların kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir”(Mücadele, 58/22).

Kur’ân’ın Hz. Peygamber (asm)’a nazil oluşundan bahsolunmaktadır:

“O dereceleri yükselten; Arş’ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir” (Mü’min, 40/15). “İşte sana da böyle emrimizden bir rûh vahyettik”(Şûrâ, 42/52). Buradaki rûhdan maksat, ilâhî kelime, vahy yani Kur’ân’dır.4

Rûh, daima Allah’a nisbet edilir ve daima Allah’tan yine Allah’a harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh, şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî sıfatlarla tavsif olunur.

Kur’ân, Cibril için, O, Rûhu’1-Kuds ve Rûhu’l-Emîn’dir, der5. İsâ (asm) için: “Allah’ın Resulü, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir rûhdur” der.6 Allah’tan bir rûh’dur.

Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir: “Sana gelen her iyilik Allah’ tandır, sana gelen her kötülük nefsindendir.” (Nisa, 4/79).

“Hidayete eren kendi nefsi için hidayete erer.”(İsrâ, 17/15).

“.. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış”(Tevbe, 9/118).

“Ben nefsimi temize çıkartmam”(Yûsuf, 12/53).

“Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi” (Tâhâ, 20/ 96).

“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir” (Haşr, 59/8).

Ancak nefs, Allah Teâlâ’ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.

“Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır”(Âl-i İmrân. 3/28).

Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ’dır; insan O’nun için hiçbir benzer tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur. Hz İsâ, kıyamet gününde Rabbı’na şöyle diyecek: “…Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!”(Mâide, 5/116).

İlâhî nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen farklıdır.

“O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şûra, 42/11).

“Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır” (İhlâs, 112/4).

O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:

Bizim ruhtan nasibimiz nedir?

Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?

Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?

Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem’in yaratılması kıssasında Kur’ân’ın zikrettiği nefhadan ibarettir: “Rabb’in meleklere demişti ki: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın”‘(Sâd, 38/71-72).

Tesviye, tasvir ve Âdem suretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.7 Bu nefha ile yaratılış, halden hale intikal eder. “Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir”(Mu’minun, 23/14). “Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık” ibaresi, ilâhî nefhaya işaret etmektedir.8

Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işaret olunmaktadır: “Sonra onun neslini bir özden, az bir sudan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Sizin için gözler, kulaklar ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Bundan, göz, kulak ve gö-nülün bu nefhanın ürünü olduğunu anlıyoruz. Bu mevhibelerle insan, bir oluşumdan öbürüne, bir seviyeden diğerine intikal etmektedir. İşte, “Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir” (Mu’minûn, 23/14) ifadesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde istifade etmektedir.

Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme benzemektedir.

Nefis için daima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yük-selmesidir. Bu, ruhun nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.

Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak, hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır. Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan, hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi. Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi, gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.

Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.9

Bu durumda, “rûh çağırma” tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ’ya mensup bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah’tan gelip, O’na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşrolan ve çağırılacak olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan, bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.10

Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.

Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya toplayabilir.

Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani “Allah’ın insana üflediği rûh”a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.

Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip, İblis’e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.

Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş’ına yaklaştıracak ve yine bu nefis, “Güçlü bir Melîk”‘in katında, özü sözü bir olanlara has oturma yerlerinde”(Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah’ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna gelmiştir.

Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: “Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab’lerinden perdelenmişlerdir” (Mutaffifîn. 83/15). Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah’ın nurundan bir nûr olup O’na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen “en yüce mesel’dir.11 Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah’tan olduğundandır.

Kur’ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini ancak Allah’ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine vakıf olunamayacaktır: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Rûh, Rabb’imin ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir” (İsra, 17/85). Ruhun mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.

Dipnotlar
1 Prof. Dr. Âişe Abdurrahman Bintu’ş-Şâtî, el-Kur’ân ve Kadaya’l-İnsân, 5. tab’, Beyrut Dârul-İlim lil’ Melâyin, 1982, s. 180.
2 Mustafa Mahmûd. el-Kur’ân Kâinun Hayy. 4. tab’, el-Kâhire, Dâru’l-Ma’ârif, ts. s. 19.
3 Bintu’ş-Şâtî, el-Kur’ân ve Kadaya’l-İnsân, s. 180.
4 İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde IV. s. 109.
5 Nahl, 16/102.
6 Nisa, 4/171.
7 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 25-26.
8 Aynı yer.
9 B. Said Nursi, Sözler, s. 485.
10 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 28.
11 Nahl (16), 60: Rûm (30), 27.

Previous post Tebrizli Şems’in 40 Kuralı ( Gönlü Geniş Ve Ruhu Gezgin, Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı )
Next post Türkler